DARBELİ DEMOKRASİ (!)
Darbeler, Halk, Hukukçular, Bilim İnsanları
Prof. Dr. Durmuş Yılmaz
Türk demokrasi, olgunlaşmak için yeteri kadar zaman geçmiş olmasına rağmen maalesef olgunlaşmamış, beklenen seviyeye erişememiştir.“Darbeli” bir demokrasidir. Sağından solundan darbe almış, yaralanmış, örselenmiş bir demokrasimiz vardır. Demokrasimizi onarmak iddiasıyla ortaya çıkanlar da yaralamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Demokrasi, uygulama bakımından, şekil itibariyle çok kolay, fakat özü itibariyle çok zor bir idare biçimidir. Bir ülkede demokrasinin yaşanması her şeyden evvel ve en evvel Demokrasi Kültürü’nün oluşmasına bağlıdır. Demokrasi Kültürünün alt yapısı Seçim, Katılım, Eşitlik ve İnsan Haklarına Saygıdır. Bu konuların Anayasa ve yasalara yazılmış olması hiçbir şey ifade etmez. Örnek: Bizim ülkemizde 1876 yılında kabul edilen Kanun-ı Esasi’nin 26. maddesinde “İşkence ve sair her nev’i eziyet katiyyen ve külliyen memnudur” diye yazar. Sonraki anayasaların hepsinde de benzer bir hüküm mevcuttur. Fakat günümüzde bile insanlar işkenceden şikayet etmektedirler. Evet, demokrasiyi şeklen uygulamak çok kolaydır. Her hangi bir yerde bir yönetici belirleneceği zaman hemen adaylar çıkar, ortaya sandık konur, insanlar gider oylarını verirler, sandık açılır, kim çok oy almış ise o seçilmiş olur, görevi üstlenir. İşte demokrasi! Görüldüğü gibi son derece basit. Referandum da aynı. Sandığı ortaya koyarsınız, insanlar gider EVET veya HAYIR mührünü basarlar, sandık açılır, mühürler sayılır, sonunda KABUL veya RET olur. Bu kadar basit. Bir kısım insanlar da sandığa gitmeyi ret edebilirler. Hemen söyleyelim bu da bir HAK, bu tavır da bir çeşit irade beyanıdır. Kabul veya Ret kadar muteberdir. Demokrasinin bilinen şekli budur. Geri kalmış ülkeler demokrasiyi böyle anlarlar! Oysa demokrasi bu değildir! Bu olsa olsa “Sandık Demokrasisi” (!) olur. Böyle demokrasi dünyanın her yerinde uygulanır. 1918-1990 yılları arasında Sovyetler Birliği’nde de, 1948 ihtilalinden sonra Çin’de de, Amerika işgali öncesi Irak’da da, Afganistan’da da, hatta bir çok Afrika ülkesinde de böyle demokrasi vardır. Hepsinde sandık vardır ve hepsinde de sandıktan çıkan oy sayısı “Meşruiyet” için geçerli sayılmıştır. Bizim ülkemizde de 1961 Darbe Anayasası %62, 1982 Darbe Anayasası da %92 oy ile kabul edilmiştir. Eğer işin şekline bakacak olursak hepsi de bütünüyle demokrasiye uygundur. Zira hepsinde halk vardır. Halka sorulmuştur. Halk kabul etmiştir. Hukuk da böyledir. Bilindiği gibi darbelerden sonra mahkemeler kurulur. Hepsi de gerçek mahkemedir. Yani Tabiî Hakim” ilkesine uyulmuştur. Yani o ülkede yargı görevi yapan hukukçulardan oluşmuştur. 1960 darbesinden sonra kurulan Yassıada mahkemesinin hakimi Salim Başol ve Başsavcısı Altay Ömer Egesel o dönemde Türkiye’nin önde gelen yargı mensupları arasındadırlar. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra kurulan mahkemeler de öyledir. Hepsi ülkemizde – dönemin öncesinde ve sonrasında- yargı görevi yapan hukukçuları arasındadır. Hatta çoğu mesleğinde temayüz etmiş insanlardır. Bu mahkemelerin sonradan kurulmuş “Özel” bir mahkeme olduğu, bu yönüyle bakılınca da “Tabiî Hakim ve Tabiî mahkeme” niteliği olmadığı da söylenebilir, fakat bunun da izahı vardır. Abdullah Öcalan için kurulan İmralı mahkemesi de böyledir. Anayasalar açısından baktığımızda da durum aynıdır. 1961 Anayasasını hazırlayan komisyonun üyeleri- Ord. Prof. Dr.Sıdık Sami Onar, Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Ord. Prof. Dr. Hüseyin Naili Kubalı, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Prof. Dr. İsmet Giritli, ve diğerleri- hepsi de üniversitelerimizin Hukuk fakültelerinde görev yapan değerli hukukşinaslardır. 1982 Anayasasını hazırlayan komisyonun başkanı Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı da öyledir. Görüldüğü gibi darbeleri yapanlar her ne kadar meşru hükümeti ve parlamentoyu alaşağı ediyor, meşru anayasayı rafa kaldırıp bir müddet kendi koydukları sözde yasaları uyguluyorlarsa da sonunda işi ehline, yani hukuk insanlarına teslim ediyorlar. Bir müddet sonra demokrasiye tekrar dönülüp seçimler yapılıyor ve ülke idaresi yeniden Halk İdaresi haline geliyor. Bu geçiş süresi 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra 18 ay; 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise 30 ay sürmüştür. 1961 Anayasasının Başlangıç bölümündeki “…Anayasa dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 devrimini yapan Türk Milleti” cümlesini hiçbir ilim adamı, eğer kendisi öyle olduğuna inanmamış ise, yazmaz ve kimse de yazdıramaz. Fakat dönemi bütün yönleri ile incelediğimiz zaman açıkça görüyoruz ki, 1960’a giden süreçte İstanbul ve Ankara üniversitelerinin önde gelen öğretim üyelerinin büyük bir bölümü, Demokrat Parti iktidarının anayasa ve yasalara gerektiği şekilde uymadığına, TBMM’deki çoğunluğa dayanarak keyfi uygulamaların içine düşmüş olduklarına, halkın önemli bir bölümünü temsil eden muhalefeti yok saydıklarına ve binaenaleyh hukukun dışına çıkarak keyfî bir yönetim sergilemekte olduklarına inanmış vaziyette idiler. Halkın önemli bir bölümü de böyle düşünüyordu. Demokrat partililer tutuklanıp götürülürken her mahallede darbecileri destekleyen ve demokrat partilileri yüksek sesle kınayan insanlara rastlanıyordu. Bu insanları demokrasiyi istemeyen kişiler olarak değerlendirmek meseleyi anlamamak olur. Tekrar söylüyorum: 1960 yılına gelindiğinde Türkiye’de işler iyice bozulmuştu ve halkın önemli bir kısmı Demokrat Parti icraatından şikayetçiydi. Daha önemlisi Demokrat Parti yöneticileri halkın şikayetini anlamıyor ve yükselen sesleri susturmaya çalışıyordu. Tahkikat Komisyonları, Vatan Cephesi, Muhalefet Partisi Genel Başkanına Meclis Genel Kuruluna Girmeme Cezası…Bütün bunlar “Darbe yoluna döşenmiş taşlar” durumundaydı. Darbelerden sonra, darbecilerin hazırlattırdıkları Anayasalar halk oyuna sunulmuşlardır. 1961 Anayasası halk oyunda %62 KABUL, %38 RED almıştır. Bu sonuca bakıldığında Türk halkının büyük bir çoğunluğu darbecilerin hazırlattığı anayasayı kabul etmekle darbeyi de onaylamıştır! Hatta o anayasada darbe yapanlar, “Tabiî Senatör” unvanıyla ölünceye kadar Senato üyesi yapılmıştır (Madde 70). 1982 Anayasası %92 gibi ezici bir çoğunlukla kabul edilmiştir. Bu anayasa da darbe yapanların bu eylemlerinden dolayı hiçbir zaman yargılanamayacakları hükmünü getirmiştir (Geçici 15. madde). Türk halkı Anayasaya verdiği %92 KABUL oyu ile bu darbeyi de onaylamıştır(!). Daha sonra 1982 Anayasasının yaklaşık yarısı parlamentoda değiştirilmiştir. Çok ilginçtir halkın bu değişikliğe de bir itirazı olmamıştır!. Nihayet 12 Eylül 2010 tarihinde halk oyuna sunulan 26 maddelik değişiklik de halk tarafından %58 oy ile kabul edilmiştir. Yine meseleye şeklen bakacak olursak en düşük kabul oyu 12 Eylül 2010 tarihli halk oylamasıdır. Bir başka ifadeyle halkımız askerlerin yaptıkları anayasaları daha büyük oranla, sivillerin yaptığı anayasayı daha düşük oranla kabul etmiştir. Şimdi şu soruyu soruyorum: 1960 darbesi ve sonrasındaki bütün gelişmelerin içinde Hukuk ve Halk vardır. Demokrasi de bu iki varlığı yücelttiğine göre sonuçta bir hata var mıdır, eğer varsa nerededir? Sorunun cevabını meseleye yüzeysel bakarsak bulamayız. Zira şekil yönünden bakıldığında bir hata yoktur. Halk ve Hukuk hep öndedir ve görev başındadır. Zaten darbeciler de eylemlerini “Halkın İsteği” diye takdim etmişlerdir. O halde meseleyi içerik itibariyle ele almak, meseleyi özünden incelemek gerekmektedir. Peki, işin özü nedir? Yazının başında demokrasinin şeklen kolay ve esasta çok zor bir rejim olduğunu yazmıştım. Şimdi basit bir örnek üzerinden hareket ederek bir sonuca varmaya çalışalım: Düşünelim ki, bir kasabada bir yolcu otobüsü var. Her gün kasaba halkından şehre gidecekleri alıyor ve gidiyor. Fakat bu otobüs her gün ya da sık sık bir duvara çarparak kaza yapıyor birkaç yolcu ölüyor veya yaralanıyor. Kasaba halkı her seferinde kaza yapan otobüsün önünde toplanıyorlar ve kazanın sebebini araştırıyorlar. Birisi diyor ki otobüsün lastikleri eskiydi kaza bundan oldu. Hemen otobüse yeni lastikler takılıyor. Fakat otobüs yine kaza yapıyor. Bu sefer de motorun bakım zamanı gelmişti, kaza bundan oldu diyorlar. Otobüsü tamirhaneye çekip rektifiyeden geçiriyorlar. Fakat birkaç gün sonra yine bir kaza. Bu sefer de başka parçalar değiştiriliyor fakat yine kaza. . Sonra o otobüs bırakılıyor, yepyeni bir otobüs alınıyor. Heyhat! Yine kaza! Hiç kimsenin aklına şoförün acemi olduğu gelmiyor! Oysa kazanın sebebi ne lastikler, ne motor, ne cam ne de başka bir sebep. Kazanın sebebi şoför acemi, kabiliyetsiz ve beceriksiz. Şoför işini iyi yapamıyor. Kazalar bundan oluyor. Bu benzetmeyi okuyucularım diledikleri gibi değerlendirsinler, biz şunu söyleyelim: Demokrasi Halk İdaresi demektir. Halk İdaresi kavramı hiçbir zaman “Halkın Çoğunluğunun İdaresi” değildir. Demokraside “Birey” esastır. Çoğunluk kararı ile doğru tayin edilemez. Rehber, Akıl ve İlimdir. Eğer demokrasi çoğunluk rejimi haline dönüşür veya uygulama o yönde olursa, bu yukarıda kısmen açıkladığımız “Sandık Demokrasisi” olur. Gerçek demokrasi olmaz. Türkiye’de yöneticiler demokrasinin bu yönünü maalesef görememişlerdir, hâlâ da görememektedirler. Türkiye’de demokrasi döneminde tek başına iktidara gelen partilerin (Demokrat Parti , Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi) uygulamada eğer ortak yönleri araştırılırsa en yüksek oran şu hususlarda görülecektir: 1. Hepsi de devlet memurlarını “Hükümet Memuru” haline dönüştürmek için çabalamışlardır. İktidarlarını pekiştirmek için memurları sağa sola, özellikle de Doğu ve Güneydoğu’da mahrumiyet bölgelerine sürgün etmişlerdir. 2. Hepsi de Meclis çoğunluğunu “Halk İradesi” olarak kabul etmişler, muhalefeti yok saymışlardır. 3. Hepsi de devletin imkan ve kurumlarını (Başta TRT olmak üzere) kendi siyasal menfaatleri için kullanmışlardır. 4. Hepsi de ekonomik alanda ve yatırımlarda popülist davranmışlar, devletin kaynaklarını verimli kullanmamışlardır. Konumuza tekrar dönelim: Türkiye 1946 seçimleri ile demokrasiye geçti. O ilk seçim arızalı oldu. Sonraki yıllarda da başka arızalar oldu. 1960, 1971, 1980, 1998 yıllarında hep demokrasi aracı kaza yaptı. Her kazadan sonra da bir şeyleri değiştirdik. En çok da anayasa üzerinde oynadık. Kaç kere baştan anayasa yaptık, kaç kere de maddelerini, değiştirdik. Aradan 60 yıldan fazla zaman geçti. Heyhat! Bir türlü demokrasimiz istenen kaliteye ulaşmadı. Peki bir de direksiyondakilere baksak olmaz mı? 1960, 1971, 1980, 1998’lerde anarşi sokağa hakim olduğu zaman, ülkenin işleri kötüye gittiği zaman, halkın can güvenliği ve devlet otoritesi kaybolup ülkede “Kurtarılmış Şehirler veya Bölgeler” meydana geldiği zaman, cumhurbaşkanları seçilemediği zaman ve diğer sorunlar arttığı zaman, hemen darbe yapmak ya da anayasa değiştirmek yerine acaba o yıllarda Türkiye’yi yönetenleri (Menderes, Demirel, Ecevit, Erbakan, Erdoğan, Gül) bir kerecik olsun sorgulasak acaba olmaz mıydı? Türkiye’nin kriz yıllarında acaba o dönemdeki yöneticilerin hiç mi kusuru yoktu! 1980 darbesinde çok zarar gören, hapsanelerde işkence gören pek çok insan oldu. Fakat unutmayalım, 12 Eylülden geriye doğru baktığımızda da Türkiye’de her meslek ve her kesimden günde 20 kişi anarşik olaylarda ölüyordu. Hayatlarını kaybedenlerin başında da öğretmen, üniversite öğrencisi, polis, asker, gazeteci , siyasal kişiler, sivil toplum Kuruluş başkan ve üyeleri, Sendika başkan ve üyeleri, hatta üniversite öğretim üyeleri geliyordu. Bakanlar da öldürülüyordu. 27 Mayıs 1980 tarihinde Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak öldürülmüştü. Her gün bu şekilde 20 kişi öldürülürken zamanın seçilmiş yöneticileri bir uzlaşma zemini yaratmak yerine bir birlerine siyasal üstünlük sağlayabilmek için olmadık provokasyonlar da yaparlardı. Birbirleri ile bırakın dialog kurmayı konuşmazlardı bile. Cenazelerde yan yana geldikleri zaman Demirel ve Ecevit bir birlerine sırtlarını döner, selamlaşmaz, el sıkışmazlardı. Türk demokratik yönetiminde bir hastalık daha vardır. Hiçbir kanun , yönetmelik vb. yerde yazmamasına rağmen, halk arasında “Her iktidar kendi kadrosu ile çalışır…” şeklinde bir anlayış vardır. Memurlarımızın resmi adı her ne kadar “Devlet Memuru” ise de bizim memurlarımız “Hükümet Memuru”dur. Daha doğrusu hükümetlerimiz böyle anlarlar. Her genel veya yerel seçim sonunda hemen memurları doğu veya güneydoğuya sürgün ederlerdi. Danıştay bunları durdurunca da hemen mahkemelerden şikayete başlarlardı. Demirel’in işler nasıl, Kırat Nasıl, diye soran bir seçmene verdiği şu espirili cevap çok manidardır: Kırat çok iyi gidecek amma, ah şu taylar olmasa! Danıştay ve Yargıtayı kasdediyor. Yani gördüğünüz gibi siyasetçiler hukuka uygun çalışmayı bir türlü beceremiyorlar. Her seçim sonunda o zamanki 67 vilayetin valileri de Milli Eğitim Müdürleri de, Emniyet Müdürleri de ve binlerce her düzeydeki memur bir ilden bir ile sürgün edilirdi. Sürgün tayinler aileleri perişan eden, yani zulüm mesabesinde idi. Biz de bu sürgün tayinlerden nasipdar olanlardanız. 1978 yılı Haziran ayında Selçuk Eğitim Enstitüsünde görev yaparken önce Konya Taşkent, sonra Hadim Lisesine tayinim yapıldı. Konya Kız Öğretmen okulunda görev yapan eşimin tayini de bu sırada Akşehir’e yapılmıştı. Konya’yı tanıyanlar bileceklerdir: Hadim ilçesi ile Akşehir ilçesinin bir birine uzaklığı 300 Kmdir. Bunu yapanlar acaba o zamanki anayasanın ( 1961 Anayasası) 35. maddesinde “…Aile Türk toplumunun temelidir. Devlet ve kamu tüzel kişileri, ailenin, ananın ve çocuğun korunması için gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar” şeklindeki hükmü acaba bilmiyorlar mıydı? Anne ve babayı bir birinden Sonuç: Demokrasiyi anlamak demek, onu sindirmek demektir. Demokrasinin en büyük düşmanı, onu sindirmemiş idarecilerdir. Böyle idareciler, demokrasiyi bir “Çoğunluk Rejimi” sanırlar. Çoğunlukla seçim kazanınca kendilerini onaylamayan herkesi düşman sayarlar. Rakibini hasım sayar ve onu yok etmeye uğraşırlar. Oysa demokraside rakibini yok etmek isteyen esasen kendini yok eder. İşte demokrasinin monarşi ile en önemli farkı budur. Demokrasi asla “ dediğim dedik, çaldığım düdük” halk deyişinde olduğu gibi bir idare değildir. Demokrasi Bir Uzlaşma Rejimidir. Zaten uzlaşma kültürü olmayan Milletler demokrasiyi yaşatamazlar. Bizim ülkemizde de demokrasinin aldığı tüm yaralar bu yüzdendir. Uzlaşma kültürü eksikliği Türkiye’ye çok pahalıya mal olmuştur ve hâlâ da olmaya devam etmektedir. Türk demokrasisinin kalitesi bu kültür oluştuğu zaman artacaktır. Seçimlerde çoğunluk oyunu alan siyasal oluşumlar (Partiler) kendilerine oy vermeyen nüfusu eğer Millet’ten saymazlarsa egemenlik hiçbir zaman milletin olamayacaktır. Son söz: Darbeler sonrasında yapılan anayasalara halkın baskı altında EVET demiş olduğunu ya da darbecilerin anayasa isteğine bilim insanlarının Hukuk ilmine göre değil de darbecilerin isteği doğrultusunda cevaplar verip onların istediği şekilde anayasa yaptıklarını iddia edenler olabilir. Fakat bu iddiaya inanmak, Türk halkına ve onun iradesine güvenmemek demektir. Oysa bu halk, 1920’lerin en olumsuz anlarında bile her türlü baskıya rağmen vicdanının sesine uyarak Mustafa Kemal’in ve TBMM’nin etrafında kenetlenmiş ve İstiklâl savaşı gibi bir destanı yaratabilmiştir. Padişahın (Halife), Sadrazamın, Şeyhulislamın baskılarına bile boyun eğmeyen Türk halkını darbeciler karşısında korkaklıkla suçlamak gerçeklerle asla bağdaşmaz. Bilim insanlarının da bilimin doğruları ile değil de konjonktüre(Günün gelişmelerine göre) göre tavır alıp sipariş anayasalar yaptığını kabul etmek de aynı şekilde bilim insanlarımızın ilmî namuslarından şüphe etmek anlamına geleceği için bu da doğru değildir. Ben, profesör unvanı almış bir üniversite öğretim üyesi olarak buna inanmadığımı, ve böyle inanların hem halkımıza hem de bilim insanlarımıza karşı büyük bir haksızlık yapmış olduklarını ifade etmek isterim.
|
|
||||||||||||||||||||||||||
|