1923’den Günümüze Türkiye’de
MODERNLEŞME SÜRECİNDE KARŞILAŞILAN YAPISAL ENGELLER(Dengesiz Toprak Dağılımı, Tarikatcı Toplum Yapısı, Eğitimsizlik)
Prof. Dr. Durmuş Yılmaz
Giriş
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı devletinde 18. Yüzyıl sonlarında başlayan ve hemen hemen hiç kesilmeden yıkılışına kadar süren bir Yenileşme ve Çağdaşlaşma çabaları, daha doğrusu mücadelesi içinde olmuştur. Osmanlı padişahlarından III. Mustafa zamanında ( 1757-1774) başlayan askerî eğitim alanındaki Avrupa tarzı yapılanma ve ordunun Avrupa orduları örnek alınarak yenilenmesi çalışmaları giderek diğer alanlara da yaygınlaştırılmış ve 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesiyle ordu sisteminde köklü bir reform yapıldıktan başka sosyal, idarî, ekonomik ve siyasî alanlarda yapılması düşünülen reformlar için de çok ciddi bir yol açılmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın kapatılıp yerine Türk ve İslam temel kaynağına dayalı ordu sistemine geçilmesi iki amacın birden gerçekleşmesini sağlamıştır. Birincisi, o zamana kadar padişahların her türlü yenilik ve ıslahat için karşısına çıkan ve irticaî gruplarla işbirliği yaparak yenilik için atılacak adımları daha başta engelleyen bir set ortadan kalkmıştır. İkincisi de yenilik ve ıslahat için padişahlar ordu gibi çok önemli bir desteğe sahip olmuşlardır. İşte bu atmosfer içinde Tanzimat Fermanı olarak adlandırılan Gülhane Hatt-I Hümayunu ilan edilebilmiştir.
Tanzimat Fermanı ve sonrasındaki gelişmeler, Türkiye’de aydınlar arasında bitmek tükenmek bilmez tartışmalara yol açmıştır. Bunlardan bir kısmı bu ferman ve daha sonraki ıslahat ve yenilikler için Türkiye’nin (Osmanlı devleti) Batı’ya teslim olduğunu, kendi dinî ve millî değerlerinden koptuğunu, özünden ayrıldığını, kapılarını Batı’ya açtığını, yüzünü Avrupa’ya döndüğünü, bu gidişin Türkleri islamdan uzaklaştıracağını ve binaenaleyh Türklerin sadece balkanları kaybetmekle kalmayıp Anadolu’yu da terk etmek zorunda kalacaklarını ileri sürmüşlerdir. Başta devrin sadrazamı Mustafa Reşit Paşa olmak üzere Tanzimat dönemi yöneticilerini ağır dillerle eleştirmişler onu Avrupa’nın adamı olmakla suçlamışlardır. Diğer bir aydın grubu da Tanzimat dönemini batılılaşma ve modernleşme yönünde yenilik ve ıslahatların yapıldığı, çağın gerisinde kalan Osmanlı devletinin çağdaş devletlerin erişmiş bulundukları seviyeyi yakalayabilmek için böyle bir dönüşüme kesin ihtiyaç bulunduğunu ve bunun da başarıldığını yazmışlardır[1]. Fakat, özellikle Tanzimat dönemini, yöneticileri ve yapılan ıslahat ve yenilikleri eleştirenler Tanzimat dönemi devlet adamlarından kaptan- ı derya Halil Paşa’nın şu sözü üzerinde hiç durmamışlardır: “…Eğer Avrupa’yı taklide teşebbüs etmezsek bizim için Asya’ya dönmekten başka bir çare kalmadığına artık iyice inandım”[2].
Halil Paşa’yı anlamak için Tanzimat döneminde biraz daha gerilere, 1768-1774 Osmanlı –Rus savaşına bir bakmak gerekir. 6 sene süren bu savaşta Osmanlı devleti her türlü tedbire baş vurduğu halde bir türlü başarılı olamamış ve sonunda Kırım gibi halkı Türk ve Müslüman olan bir ülkenin kaybedilmesi felaketi yaşanmıştır. Sonraki yıllarda devam eden savaşlarda da yine Osmanlı ordusu Batı tarzı tertiplenmiş ordular karşısında bir türlü zafer kazanamamıştır. Zaten bu eksikliği giderebilmek için orduda ıslahat ve yenilikler yapılmış, Batı tarzı askerî eğitim için Avrupalı öğretmenler getirilmiştir. İşte Halil Paşa’nın söylediği budur. Artık Osmanlı devleti klasik yapısı ile Batılı devletler karşısında hiç bir zaman üstünlük sağlayamayacaktır. Bu durum sadece ordu ya da askerlik sahasında değil, sosyal, idarî, ekonomik, eğitim vs. bütün sahalarda geçerlidir. İşte Tanzimat dönemi çağdaşlaşma hareketine bütüncül bir anlayışla yaklaşmış ve takibeden dönemlerde (Islahat Fermanı ve Meşrutiyet) devlet ve toplum hayatının bütününü içine alacak yenilik ve ıslahatlar yapmayı arzu etmiştir. Fakat hemen söylemeliyiz ki, bu reformlarda yöneticiler çok ciddi direnmelerle karşılaşmışlar ve istedikleri reformları yapamamışlardır. En azından istedikleri boyutta yapamamışlardır.
19. yüzyılın il çeyreğine kadar, Osmanlı yöneticileri teşebbüs ettikleri her yenilikte karşılarında bir direnç duvarıyla karşılaşmışlardır. Bu duvar bazen askerî kanattan (Yeniçeri), bazen medreselerden, bazen tahrik edilmiş cahil halk kesiminden bazen de hepsinin meydana getirdiği bir “Ortak Cephe”den oluşmuştur. Fakat her seferinde bu direnç duvarının içinde yer alan bir kesim vardır ki, cumhuriyet sonrası reform ve yeniliklerinde de aynı zihniyet karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, din (İslamiyet) adına söz sahibi olduklarını iddia edenler ve halkı kendi dinî yorumlarına dayanarak idare etmek ya da idare edilmesini sağlamak isteyenlerdir. Bu zümre, uygulamalardan menfaatleri zedelenen bir takım cahil halkı yanlarına alarak din istismarcılığında o kadar ileri gitmişlerdir ki, bazı zamanlarda yöneticiler bunlara karşı çok ciddi tedbirler almak zorunda kalmışlardır. Islahat Fermanı yayınlandığı zaman da yine bir takım kimseler ortaya çıkarak, artık Müslümanlığın Hıristiyanlıkla eşit hale geldiğini, bununsa dinen çok sakıncalı olduğunu yavaş yavaş Müslümanlığın ortadan kalkacağını vs. halk arasında yaymaya başlamışladır. Halk arasında bir kısım insanların yeniliklerle şu şekilde alay ettikleri tespit edilmiştir: “…Niçin namaz kılıyorsun hoca! Ferman okundu, görmedin mi? Teb’a-yı gayrimüslime ile artık beraber olacağız…”[3] Aynı direnç duvarına II. Meşrutiyet sonrasında, özellikle ittihatçıların eleştirilmesi sırasında da rastlıyoruz. Celal Bayar anlatıyor: “Bursa’da kolera salgını baş göstermişti. Bunun için de hükümet suların kaynatılarak içilmesi için halkı uyarıyordu. Ulucami’de vaaz veren bir hocaefendi hükümetin bu uyarısını eleştiriyor ve kürsüden yaptığı konuşmada, ittihatçılar Allah’ın nimeti olan suyu içmememizi söylüyorlarlar. Allah’ın takdirine karşı geliyorlar. Güya içinde mikrop varmış. Getirin o mikrobu şu kürsüde önünüzde hepsini içeceğim. Bakalım bana ne zarar verecek !...”[4]. Hükümeti kötülemek için böyle propagandalar yapılmıştır.
Aynı zihniyetin bir başka örneği de şudur: İstanbul’da “İttihad-ı Muhammediye cemiyeti kuruluyor. Tüzüğünün birinci maddesi aynen şöyle: Cemiyetin Reisi Hz. Muhammed Mustafa’dır….” Zabtiyeler bu cemiyeti kapatmaya geldiği zaman görevlilerin söyledikleri şu söz daha da ilginçtir: “..Bizim cemiyetimiz kanun-ı beşere tabi değildir ki, siz onu kanuna aykırı diye kapatacaksınız…Bizim cemiyetimiz kanun-ı ilahiyeye tabidir…”[5]
İstiklâl savaşı sırasında da Mustafa Kemal ve arkadaşlarına,Kuva-yı Milliye’ye, daha sonra Büyük Millet Meclisi’ne ve nihayet yapılan inkılâplara hep aynı zihniyet ve aynı usullerle, yani dinî mülahazalarla karşı çıkıldığını görüyoruz. Cumhuriyet sonrası Türkiye modernleşmesinde de Osmanlıdan intikal eden bu ve benzeri karşı çıkmalar görülmüştür.
Osmanlıdan cumhuriyete geçen süreçte devletin ekonomik ve sosyal düzeni de modernleşme çabalarının karşısında doğal bir engel oluşturmuştur. Devr alınan toprak sistemi çağdaş tarım anlayışı ile bağdaşmamaktadır. Sanayi ve ticaret hayatı da hem Avrupa devletleri ile kıyaslanamayacak seviyede düşük hem de kendi içinde eşitliksiz bir durum arz etmektedir. Türk halkın daha çok tarım ve havyacılıkla uğraşmasına karşılık gayrimüslim ve gayrıtürk azınlıklar sanayi ve ticarette önemli birikimlere sahip olmuşlardır.
Bu genel girişten sonra Cumhuriyet döneminde Türk modernleşmesinin önündeki asıl yapısal engelleri şöylece tespit etmek ve sonuçlarını değerlendirmek istiyoruz.
Cumhuriyetin ilan edildiği ve takip eden yıllardaki Türk toplumunu büyüteç altına koyarsak şöyle bir tablo ile karşılaşırız:
1. Türk halkı bir Tarım ve Köy toplumudur.
2. Türk halkının okur-yazar oranı oldukça düşüktür,
3. Türkiye sanayileşememiştir.
Şimdi bu hususları ana hatlarıyla açıklayalım. Önce 1927’den 2000 yılına kadar nüfus sayımı tablosuna bir göz atalım:
Kaynak: DİE Nüfus Sayımları (26 Ağustos 2002)
Tablodan da çok açık görüldüğü gibi, cumhuriyet yıllarının Türk toplumu tam anlamıyla bir Tarım ve Köy toplumudur. Bu tür toplumun en belirgin özelliği geri kalmışlığıdır. Zira tarım toplumları geleneksel sosyal yapılar içinde yaşarlar. Özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1.1.Geniş ve Büyük aile yapısına sahiptirler
1.2. Doğum oranı yüksektir,
1.3.Dışa kapalıdırlar, geleneksel aile işiyle uğraşırlar,
1.4.Genel uğraş alanı Tarım ve Hayvancılıktır,
1.5.Eğitim seviyeleri düşüktür,
1.6. Sanat ve estetik anlayış gelişmemiştir,
1.6. Yenilikler karşısında tutucu bir tavır gösterirler.
Tablodan da anlaşılacağı üzere Türk toplumu 1927 yılından 1985 yılına kadar Tarım Toplumu özelliğini muhafaza etmiştir. Fakat, 1927’den 1985’e uzayan süreçteki şehirleşme ise daha da ilginçtir. Gerçekten tabloya bakıldığında bir şehirleşme süreci görülüyor, fakat bu şehirleşme köylerin gelişerek şehir özelliği kazanması şeklinde değildir. Köyde yaşayan insanların çeşitli sebeplere dayalı olarak göçerek şehre gitmesidir. Bunun sonucu olarak şehir nüfusu artmış fakat şehirleşmeden beklenen sonuç elde edilememiştir. Bu durum köyde yaşayan insanın “Tarım Toplumu” özelliğini muhafaza ederek şehre göçmesi ve aynı çizgide hayatını orada sürdürmesi demektir. Yani köyden şehre göçen aile, yine hayvan besliyor, gecekondu adı verilen ve köydeki evinden daha da düzensiz olan bir evde yaşıyor, hayvanının gübresini yakıt olarak kullanıyor, kısaca köylü halini hiç değiştirmeden şehirde yaşıyor. İşte bundan dolayı 1927’den günümüze uzanan çizgide Türkiye’nin nüfus dağılımında çarpık bir tablo ortaya çıkıyor. İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, İzmit gibi bazı şehirlerin nüfusu doğum oranının 3 veya 4 katı bir artış gösterirken, geri kalmış bölgelerdeki şehirlerin nüfuslarında azalmalar oluyor.
Halkın büyük bir bölümünün tarım ve hayvancılıkla uğraştığı Tarım Toplumundan, Sanayi Toplumuna ve daha ilerisi olan Bilgi Toplumuna geçiş esasen asırlar içinde oluşabilecek bir gelişmedir. Fakat Türkiye, cumhuriyet dönemindeki reformlarla bu süreci kısaltmaya, bir manada “Çağlar üzerinden sıçramaya” çalışmıştır. İşte bu süreç Türkiye’de düzensiz şehirleşmelere, toprak dağılımının iyice bozulmasına, kültürel yozlaşmaya, ve devletin çok önemli kaynaklarının da israf edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki, Tarım Toplumu özelliği dikkate alınarak 1933 ve 1946 yıllarında çok köklü tarımsal arazi düzenlemeleri yapılmıştır. “Topraksız Çiftçiyi Topraklandırma” adıyla yapılan bu düzenlemelerle Osmanlı’dan devr alınmış olan “Mirî Arazi” halka dağıtılmıştır. Nüfusun azlığı ve toprağın büyüklüğünün sonucu olarak bazı çiftçiler büyük tarım arazilerinin sahibi olabilmişlerdir. Güneydoğu Anadolu’da, Çukurova’da, İç Anadolu’da ve Ege bölgesinde elinde binlerce dekarlık arazisi olan çiftçiler meydana gelmiştir. Halk arasında “Ağalık” denilen bir müessese ortaya çıkmıştır. Zaman içinde birinci sahiplerin ölmesi ve geniş tarım topraklarının mirasçılar tarafından bölüşülmesi ile topraklar küçülmeye başlamıştır. 1970’lerden sonra üçüncü nesil toprakları paylaşınca ortaya çıkan toprak büyüklükleri tarım için elverişsiz araziler haline gelmiştir. İyice küçülen tarlaların geliri sahiplerini geçindiremez hale düşmüştür. Bu 2. Dalga göçü tetiklemiştir. 1.dalga göç, ekip biçecek arazisi olamayan köylülerin şehre göç etmeleri şeklinde olmuştu. İşte bu ve benzer durumlar sonunda, nüfusun ortalama %70inin köylerde yaşadığını kabul ederek yaptığı planlama ve yatırımlar büyük ölçüde boşa gitmiş , kaynaklar heba edilmiştir. Bu gün Anadolu’nun pek çok köyünde nüfusun nerdeyse tamamı göç etmiş fakat 1950’ lerde, 60’larda yapılmış okul binaları harabe vaziyette durmaktadır.
Cumhuriyet sonrası yıllarda var olan yaklaşık 40 bin köyün yol, su, elektrik, okul, cami vb. ihtiyaçlarını karşılamak zaten mümkün değildi. Zira köylerin düzensiz dağılımı ve hayvancılığa dayalı geçim sistemleri zaten köy kurulumlarını dağlık arazilere yönlendirmişti. Bu durum, anılan hizmetlerin köylüye ulaştırılmasını zorlaştırmaktaydı. Hizmet gelmeyince köylü köyünü terk etti, köylü köyünü terk edince hizmet durdu. Bu şekildeki bir sebep-sonuca dayalı sarmal Türk toplumunu köyden şehire, şehirden şehre sürekli göçen bir toplum haline getirmiştir.
Cumhuriyet Dönemi modernleşmesinin önündeki 2. büyük yapısal engel düşük eğitim seviyesidir.
2. Modern Türkiye’nin Tevarüs Ettiği Zihinsel ve Düşünsel Alt Yapı
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı imparatorluğunun da ondan önceki Selçuklu imparatorluğunun da kurucu unsuru ve çekirdeği olan Türklerin eseridir. Balkan savaşları sonunda Osmanlı imparatorluğu, esasen imparatorluk özelliğini de kaybetmiş olarak hemen hemen kurulduğu coğrafyaya geri çekilmiş bulunuyordu. 29 Eylül 1913 tarihinde İstanbul’da imzalanan antlaşmayla (İstanbul Antlaşması), Meriç nehrinin sınır kabul edilmesi Türklerin Balkan yarımadası ile sınırını da belirlemiş oluyordu. İşte o tarihten sonra geriye dönüp bakılınca yaklaşık 600 yıllık Osmanlı devletinin kurucu unsuru olan Türklerin ve özellikle Anadolu’nun çok ihmal edilmiş olduğu görüldü. Gerçekten de 19. Yüzyılın sonuna gelindiğinde ortaya çıkan tabloya bakıldığında Osmanlı devletinin ilimde, sanatta, ekonomide ve sosyal refah göstergelerinde en geri kalmış kesiminin Türkler olduğu apaçık ortaya çıkmıştı. 1876 yılında bir süre Maarif müsteşarlığı görevinde bulunan Ziya Paşa’nın şu tespiti imparatorlukta Türklerin (Müslümanların) gayrımüslim teb’aya nazaran bilim ve kültür düzeyinin ilk ve en belirgin göstergesi olan Okuma-Yazma oranının hangi seviyelerde olduğunu açık bir şekilde göstermektedir.
Ziya Paşa Türk çocuklarının eğitim alanında nasıl bir mahrumiyet içinde olduklarını da tespit etmiştir. Bu durumu da şöyle anlatmaktadır:
“…İstanbul’da Rum ve Ermeni çocuklarından ikisi ile bizim çocuklardan ikis imtihana çekilsin. O zaman aradaki fark zahir olur.Anların içinde 10 yaşında çocuk az bulunur ki, kendi lisanında yazı bilmesin ve gazete okumasın. Bizimkilerin içinde 15 yaşında çocuk pek nadir bulunur ki, Türkçe iki satır bir tezkere yazabilsin veyahut Takvim-i Vekayi’yi okuyabilsin.Bundan daha kolay bir tecrübe var.Anadolu ve Rumeli’nin hangi şehrine gidilirse iş için kâtip aransın. Millet-i İslamiyenin yüzde ikisi yazı bilir çıkmaz.Milel-i sairenin yüzde yirmisi okur-yazar bulunur”[6]
Ziya Paşa, çoğunluğu camilerde vaaz veren ve “ülema”[7] olarak halkın arasında dolaşan ve halkı güya aydınlatmakla görevli bir kısım sözde din ve bilim adamlarını da eleştirmekte ve onlar için de şöyle demektedir:
“… Bu gibi âlimlere El Cevaib gibi bir gazete verilse lügata müracaatla iki saat mütalaa etmeyince meal istihraç edemezler .İlm-i fıkıhtan bir mesele sorulsa”Bizim Fıkıh ile tevaggulümüz yoktur” derler.Akait üzere bir bahse girişilse eline siper-i taassup alıp her sözde hasmını tekfir ile ıskata çabalarlar.Kur’an-ı Kerim’den bir ayetin manası sorulsa Kadı Beyzavî’ye müracaat yolunu gösterirler.Politikadan söz açılsa dünyada İngiltere, Amerika, Japonya, Fas gibi ekalim ve memalik olduğunu hayretle istima ederler. Ahbaptan birine bir Türkçe mektup yazmak iktiza etse şuna buna yalvarırlar”[8]. Ziya Paşa bu sözleri ile, medrese kaynaklı ve diğer disiplinlerden habersiz tek yanlı ve ezberci eğitimden geçmiş sözde ilim adamalarını eleştirmektedir.
Ziya paşa’nın bu tespitlerinden çok sonra, tam olarak 52 sene sonra, Mustafa Kemal, TBMM’nin 3. Dönem 2. Yasama yılını açış konuşmasında aynı soruna değiniyor ve şöyle diyordu:
“…Aziz arkadaşlarım,her şeyden evvel her inkişafın ilk yapı taşı olan meseleye temas etmek isterim.Her vasıtadan evvel Büyük Türk Milleti’ne onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yol haricinde kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lazımdır.Büyük Türk Milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir.Bu okuma yazma anahtarı ancak Latin esasından alınan Türk alfabesidir….”[9].
Görüldüğü gibi Türk Milleti’nin okuma yazma sorunu cumhuriyetin 5. yılında bile hâlâ çözülebilmiş değildi. Osmanlı’dan cumhuriyete intikal eden bu soruna büyük önder Mustafa Kemal kesin çözüm yolunu yukarıdaki sözleriyle göstermiş oluyordu.
Bundan 1 yıl sonra yine 1 Kasım 1929 yılında Mustafa Kemal bu konuya değiniyor ve şöyle diyordu:
“…Meclisinizin en büyük eseri olan Türk harfleri memleketin umumî hayatına tamamen tatbik olunmuştur.İlk müşkülât miletin mefkure kuvveti ve medeniyete olan muhabbeti sayesinde kolaylıkla yenilmiştir.Millet mektepleri, kadın ve erkek, yüz binlerce vatandaşın nurlanmasına hizmet etti.Bu mekteplerin daha fazla bir gayret ve şevk ile idame edilmesi lazımdır…”[10]
Bütün bunlar Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı devletinden okuma-yazma oranı çok düşük bir halk tabakasının yanında halkın aydınlatılmasını engelleyen bir çarpık zihniyetin de devr alındığını göstermektedir. 1 Kasım 1928 tarihinde Yeni Türk harflerinin kabul edilmesindeki önemli sebeplerden birisi de elbette halkın bu cahilliğini en kısa zamanda giderebilmek arzusudur.
Cumhuriyet dönemi modernleşme hamlelerinin önündeki 3. Büyük engel de Türkiye cumhuriyetinin Osmanlı devletinden miras aldığı sosyal ve ekonomik genel durumdur. Bunu “Kıt Sanayileşme” olarak da tanımlamak mümkündür.
3.Osmanlı’dan cumhuriyete Toprak Düzeni ve Sosyal hayat
Bilindiği gibi Osmanlı devletinde, batılı devletlerden farklı olarak toprağın büyük bir kısmı “Miri arazi” olarak adlandırılmış ve devletin mülkiyetinde tutulmuştur. Bundan dolayı Osmanlı devletinin hiçbir döneminde toprağa dayalı bir zenginlik oluşmamış, kişilerin elinde bulunan toprak “evlek[11]” boyutunu aşmamıştır. Cumhuriyet idaresi ile birlikte bu toprak düzeni de değişmiştir. Cumhuriyetin resmî toprak politikası her çiftçi ailesinin geçimini sağlayabilecek miktarda bir özel toprağa (mülk) sahip olmasıdır. Bunun için değişik zamanlarda “Toprak Reformu” adıyla düzenlemeler yapılmıştır. Fakat, ülkenin özellikle Güneydoğu bölgesinde yaşamakta olan bir kısım büyük ve geniş aileler (Aşiretler) sahip oldukları maddî güç ve bazıları da feodal özellikleri dolayısıyla ellerinde büyük miktarlarda toprak bulundurmakta idiler. Eğitim ve kültür yönünden en alt seviyelerde bulunan bu aşiret mensubu insanlar geleneksel değer yargıları ve ölçüleri içinde kendilerini ya mezhep ve tarikat değerleri gibi dinsel ölçütlerle ( şeyh-mürit bağlamında) ya da yaşadığı dar bölgenin yönetiminde güç ve kudreti ile egemenlik kurmuş büyük aileye (Aşiret) bağlılığı sebebiyle merkezi Ankara olan bir devlete mensubiyet yanında daha yakından ve yakınında hissettiği bir çeşit feodal bey olan reisine itaat etmiştir. İşte halkın bu özelliğini kendi dinsel, siyasal ve ekonomik menfaati yolunda istismar eden bir kısım insanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden yapılandırmacı siyaset ve uygulamalarını benimsemeyerek karşı çıkmışlardır. 1925 ve 1937 yılları arasında değişik boyut ve söylemlerle Doğu ve Güneydoğu halkı arasında devlete başkaldırı hareketleri görülmüştür. Fakat Türkiye Cumhuriyeti devleti her seferinde bu hareketlerin ele başılarını halka teşhir ederek onların arakalarında yer alan saf ve kandırılmış halkı uyandırma yolunda başta eğitim olmak üzere her türlü hizmete hız vermiştir. 1984 yılından bu güne uzanan ve bu gün de hâlâ devam etmekte olan PKK terör örgütü faaliyetleri de Türkiye’nin kalkınması ve modernleşmesi için harcanması gereken mesai ve maddî kaynakların heba edilmesine yol açmıştır. Halkın aydınlatılarak devlete ve onun ilkelerine sahip çıkmasını sağlamak için cumhuriyetin ilanından günümüze kadar hiç kesilmeyen bir reform hareketi devam etmektedir.
Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda Türk halkının %75’i kırsal kesimde yaşamakta ve geçimini çiftçilikten sağlamakta idi. Bütün özellikleri ile bir “Tarım Toplumu” olan Türk halkının o zamanki dünya şartları içinde refah düzeyinin yükseltilebilmesi her şeyden önce, kırsal kesimde yaşayan her ailenin geçimini sağlayabilecek miktarda toprağa sahip olması idi. Büyük toprak sahibi aileler içinse temel sorun, toprağı işleyecek tarım alet ve makinalarına sahip olmak idi. İkinci dünya savaşından sonra Türk halkının büyük ekseriyetini ilgilendiren bu iki soruna ciddi çözümler getirilmiştir.1933 ve 1946 yılında çıkarılan değişik kanun ve düzenlemelerle toprağı olmayan köylülere geçimini sağlayabilecek toprak verildiği gibi, bu toprağı işleyebilmesi için de Ziraat Bankası vasıtasıyla kredilendirme usulü ile tarım alet ve makinaları verilebilmiştir. Bu düzenlemelerle Türk köylüsünün refah düzeyinde gözle görülür bir artış gözlendiği gibi, ülkede işlenmeyen toprakların işlenmesi sonucunda da tarım ürünlerinde ciddi bir artış gözlenmiş ve Türkiye 1950’lerden itibaren dünyada kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılayabilen sayılı ülkeler arasına girmiştir. Diğer taraftan tarım ürünleri ihracatı ile de önemli miktarda döviz elde eden bir ülke haline gelmiştir. Bu reform karşısında da Türkiye büyük toprak sahibi ve dolayısıyla da ülkenin siyasal iktidarı üzerinde etkili olan çevrelerin ciddi muhalefeti ile karşılaşmıştır. Topraksız köylüyü toprak sahibi yapmak uğruna atılan her adım belirli bir kesim tarafından ağır eleştirilerle karşılanmıştır.
4.Osmanlı’dan cumhuriyete nüfus ve meslekî dağılım
Müslüman Türklerin Anadolu’ya girişini ve Anadolu’yu yurt edinmelerini sağlayan Malazgirt zaferini (1071) hareket noktası olarak alırsak, Osmanlı devleti’nin yıkıldığı tarihte Anadolu’da yaklaşık olarak Türklerin 850 yıllık bir geçmişe sahip oldukları görülmektedir. Fakat I. Dünya savaşı ya da İstiklâl savaşı yıllarında Anadolu’da hatta Balkanlarda yaşayan Türk nüfusa dikkat ettiğimizde Türklerin uzun geçmişleri ile nüfusları arasında çarpıcı bir çelişki olduğu bütün çıplaklığı ile gözler önüne çıkmaktadır. 1831 tarihli Osmanlı nüfus sayımının sonucunu gösteren şu ifadeyi burada bir kere hatırlayalım: Tahrir işi hitempezir olup memurların avdetlerinde defatir-i nüfusiyye yekunlarından alınan hülasada müstesna tutulan memalikten maada bu defa tahriri olunan mahalde ez asakir-i mansure zükur ahali-i Müslime ve gayrımüslime maa sübyan beş milyona karip olduğu gösterilmiştir.”[12]
Bu sayımın askerlik ve vergi amaçlı olduğunu biliyoruz. Onun için de yalnızca erkekler sayılmıştır. Nüfusu ikiye katlayarak kadınları da dahil etmiş olsak bile genel nüfusun 10 milyon civarında olduğu görülmektedir. 1927 sayımında kesin rakamın 13.648.270 olduğunu bildiğimize göre aradan geçen yaklaşık 100 sene içinde Türk nüfusu ancak %30 artmıştır. Nüfusun artmamasının çeşitli sebepleri vardır. Bunları geçiyorum ve mevcut nüfusun ekonomideki payına dikkati çekmek istiyorum. Bunun için önce şu rakamları inceleyelim:
Birinci Dünya Savaşı başlarında bu günkü Türkiye sınırlarına baktığımızda şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz: [13]
Toplam Nüfus : 16.3 Milyon
Rum :1.6 Milyon
Ermeni :1.2 Milyon
İÇ TİCARET
İşyeri Sayısı :18 Bin
Rum :%47
Ermeni :%23
Levanten :%15
Türk :%15
DOKTOR, MÜHENDİS, MUHASEBECİ
Toplam :5300
Rum :%44
Ermeni :%22
Türk :%14
Diğer (Yahudi,Levanten):%20
Yukarıdaki tablo açık bir şekilde göstermektedir ki, Anadolu’daki uzun geçmişine rağmen Türk nüfus artmamıştır. Sebepleri üzerinde durmayacağız. Ayrıca verilen rakamlar Türkler’in yalnızca nüfus yönünden geri kalmışlığını değil, ekonomik yönden de geri kalmışlığını açık bir şekilde göstermektedir. Kültürel yönden geri kalmışlığını ise yukarıda zaten belirtmiştik. O halde Türklerin Anadolu’da yeni bir devletle dünya sahnesine çıkabilmesi için mutlaka her alanda köklü reformlar ve yenilikler yapması gerekmekteydi.
Yukarıda da kısmen bahsedildiği gibi, Türkiye’de Tanzimat yıllarından cumhuriyete, hatta günümüze kadar sürüp gelen tarihî süreç içinde modernleşme hareketlerine karşı belirli çevrelerce bir toplumsal muhalefet oluşturulmaktadır. Bu muhalefetin oluşturulmasında çok kullanılan unsurlardan birisi de “Din” ögesidir. Cumhuriyetten önceki yaklaşık 100 yıllık dönem içinde o zamanki Osmanlı toplum yapısının doğal sonucu olan çok kültürlü yapı içinde Müslümanlarla Hıristiyanların hukuksal eşitliği bir türlü giderilemeyen bir sorun olarak sürüp gelmiştir. Devlet “Çok Hukuklu Sistem”den “Hukuk Birliği”ne bir türlü geçememiştir. Bundan dolayı da Osmanlı toplumu bir arada yaşayan fakat asla karışıp kaynaşmayan , homojen değil heterojen bir toplum yapısından hiç kurtulamamıştır. İşte Türkiye Cumhuriyeti bu durumu değiştirmek için 1924 anayasası ile vatandaşların tamamını bir “Türk”üst kimliği altında toplayarak din, mezhep ve hatta ırk farkını hukuktan çıkarmıştır[14]. Türkiye’de bir kısım aydınlar anayasanın bu hükmünü bir çeşit “Türk Irkçılığı” şeklinde anlamışlar ve de anlatmışlardır. Bu zümrenin içinde siyasal dinciler ve etnik bölücüler başta gelmektedirler. Birinciler dinî mülahaza ile, ikinci gruptakiler de kendilerinin “Türkten gayrı” olduklarını ileri sürerek bu maddeye karşı çıkmışlardır. Bu cümleden olmak üzere Mustafa Kemal’in 10 .yıl nutkunun son cümlesi olan “Ne Mutlu Türküm Diyene !.” sözünü de hep eleştirmişlerdir. Oysa gerek Teşkilat-ı esasiye Kanununun 88. Maddesinde herkesin “Türk” kabul edilmesi ve gerekse de Mustafa Kemal’in bu ünlü sözü bilimsel ve tarihi ölçütlerle değerlendirildiğinde asla Türk ırkçılığı olarak algılanamaz ve yorumlanamaz. 88. Madde her şeyden önce Türk vatandaşlığını esas aldığından ititraz geçersizdir. “ Mutlu Türküm Diyene” sözü de Türkiye Cumriyeti vatandaşlarını kapsadığı için her yurttaş tarafından gururla kabul edilip tekrar edilebilecek bir anlam zenginliğine sahiptir. Diğer taraftan hem 88. Madde hem de bu ünlü söz Türk vatandaşlarını uluslararası camiada tek bilek tek yürek yapmayı amaçlamaktadır. 88. Maddenin gerekçesi incelendiği zaman bu açıkça görülecektir. Orada şöyle denilmektedir:
“... 88. Madde Türk sıfat-ı resmiyesini müriddir (irade eder, buyurur). Osmanlı saltanatı münderis ve münkariz olduğundan ( eser kalmamış, yıkılmış) artık efrad-ı millete, Osmanlı , denemez. Millî izzet-i nefs bir hanedana mensubiyet kabul etmez. Devletimiz, bir devlet-i milliyedir. Beynelmilel veyahut fevkalmilel bir devlet değildir. Devlet, Türk’ten başka bir millet tanımaz. Memleket dahilinde hukuk-ı mütesaviyeyi (eşit hukuk) haiz başka ırktan gelme kimseler bulunduğundan bunların ırkî mübayenetlerini mani-i milliyet tanımak caiz olmaz. Kezalik, hürriyet-i vicdan musaddak olduğundan din dahi mani-i milliyet addedilmemiştir. Her yeni millet gibi Türk Milleti de aynı ırktan gelmeyen efradı muhtevi olabilir. Ancak Türklüğün camiasıdır ki, bütün uruki (ırkları) cem etmek kabiliyetini haizdir. Asrî usuller de bu hakikati teyit etmektedir.”[15]
Bu gerekçeden de açıkça görüldüğü gibi Cumhuriyetin ilanından sonra ilk defa kapsamlı bir anayasa ile devletin temelini atanlar, Türkiye’de ırk itibariyle Türkten başka insanların da olabileceğini kabul etmişler, fakat ancak “Türklüğün” bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını bir arada tutabileceğini kabul etmişlerdir. Bu her şeyden önce cumhuriyetin kurucu iradesidir ki, bugün de gelecekte de bu iradeye saygı göstermek her Türk vatandaşı için bir vecibedir. Buna rağmen siyasal hayatımızda sırf oy alabilmek uğruna bu büyük iradeye karşı çıkan ve halkı bu yönde kışkırtan politikacılar dün olduğu gibi bu gün de vardır. Bu tür politikacılar maalesef kendi siyasal emelleri uğruna devletin temel direklerini sarsmaya çalışmaktadırlar. Zaman zaman kısmen de başarılı olduklarını söylemek yanlış olmaz. Bu tür iddia ve düşünce sahipleri sistematik bir şekilde, halkın birliğini amaçlamış olan ve onun tarihsel çekirdeğini temsil eden “Türklük” kavranma ve dolayısıyla da bu temeli esas alan Türkiye Cumhuriyeti eğitim politikalarına hep karşı çıkmışlardır. Bazı zamanlarda din ögesini bazı zamanlarda da ırksal mülahazalarla o kadar yıkıcı ve zararlı faaliyetler içine girmişlerdir ki, Türk Milleti’nin çağdaşlasması yönünde ciddi zorluklar yaratmışlardır. Bu tür düşünce sahipleri,alfabe değişikliğinden kız çocuklarının okutulmamasına kadar çok geniş yelpazeli bir muhalefeti cumhuriyet tarihi boyunca sürdürmüşler ve hâlâ da sürdürmektedirler.
Sonuç
Türkiye’de, İttihat ve Terakki hareketinin siyasette etkili olmaya başladığı 1907 ve Abdilhamit’in tahttan indirilişini izleyen günlerden itibaren bu harekete karşıt olarak çok ciddi bir “Siyasal İslam” ağırlıklı muhalefet hareketi ortaya çıkmıştır. Bundan sonraki yıllarda Balkan ve I. Dünya Savaşı yıllarında, İstiklâl savaşı ve Lozan sürecinde ve nihayet inkılâplar döneminde bu “Siyasal İslam” hareketi her alanda modernleşme çabalarının karşısına sistematik bir güç, yapısal bir engel olarak çıkmıştır. Kullandığı argümanların başında “Din” gelmektedir. Dinin, bireysel hak ve özgürlük, aşkın bir inanç boyutundan daha çok onun sosyal işlevi üzerine yoğunlaşmışlardır. İçki ve Faiz yasağı, örtünme, kadınlar ile ilgili hususlar her zaman tartışılan konuların başında yer almıştır. Türk toplumunun “Milletleşme” süreci ve olgusu bu tartışmalardan olumsuz olarak etkilenmiştir. Toplum içinde “Dindar-Laik” ya da “Alevî-Sünnî” hatta “Türk-Kürt” vb. olgular siyasal anlamlar yüklenilerek tartışma konusu yapılmıştır. İstiklâl savaşı yıllarındaki değerler günlük siyasal propagandalara alet edilerek tartışılmış ve toplum sürekli olarak kamplaşmaya itilmiştir. Hatta o hale gelmiştir ki, “Türk Milleti” ifadesi Türkiye’de yaşayan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının yalnızca bir bölümünün yani Türklerin (!) adıymış gibi ve bir kusur olarak ileri sürülmüş ve suçlanmıştır. Anayasa’nın 66. Maddesindeki “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” ifadesinin değiştirilmesi gündeme gelmiştir. Bunun yerine güya halkın tamamını kucaklayacak sözde bir isim arayışı sürmektedir.
Son söz olarak, Türkiye cumhuriyeti, Osmanlı’dan devr aldığı toplumsal düzenin, ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal alt yapısını yenilemeyi kendisine hedef olarak seçmiştir. Bundan dolayı reformlarda, okuma-yazma oranının arttırılması, bilimsel araştırmalara hız verilmesi, halkın din,, mezhep, ırk gibi üst yapı değerleriyle ayrışmasının önlenmesi ve “Müttehid ve Mütecanis” bir Türk toplumunun meydana getirilmesi ve yine bu yolla “Milletleşme” olgusunun gerçekleştirilmesi arzu edilmiştir. Bu gün gelinen noktada cumhuriyetin bu hedefine tam olarak eriştiğini maalesef söyleyemeyiz. Fakat geçmişle kıyaslandığında çok büyük mesafe alındığını ve Avrupa ile aramızda var olan gelişmişlik uçurumunun hemen hemen kapanmış olduğunu söylemek mümkündür.
[1] Bu konuda daha fazla bilgi için :Bkz. Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul 1967.; Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken yay. İst. 1979; İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim Yay.İst. 2000; Durmuş Yılmaz, Osmanlı’nın Son Yüzyılı, Çizgi Yay. Konya 2001; Engelhart,Tanzimat ve Türkiye, Kaknüs Yay.İst. 1999 [2] Engelhart, a.g.e. s. 12 [3] Gülnihal Bozkurt, Gayrımüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu, TTK Ankara 1996, s. 60; Durmuş Yılmaz, Osmanlı’nın Son Yüzyılı, s.134 [4] Celal Bayar, Ben de Yazdım, C.2, Sabah yay. İstanbul 1999. S.100 [5] Durmuş Yılmaz, Osmanlı’nın Son Yüzyılı Çizgi yay. Konya 2001, s.168 [6] A.g.m. s.841 [7] Osmanlıda genel olarak bilim adamları için kullanılırdı (.D.Y.) [8]İhsan Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar” Tanzimat,MEB Yay. 1940 , s. 840 [9] TBMM Zabıt Ceridesi, C. 5, ( 1 Teşrinisani 1928) s. 4 [10]TBMM Zabıt Ceridesi, C. 13, ( 1 Teşrinisani 1929), s. 3 [11] Evlek:40 arşın boy ve 40 arşın eninde olanve dönümün dörtte birine verilen addır.( Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB Yay. C.I. s. 572) [12] Enver Ziya karal, 1831 Osmanlı Nüfus Sayımı, DİE,Ankara 1997, s. 21 [13] Muhafazakarlık, C.5 , İletişim Yay. İstanbul 2004, s. 24 [14] 1924 Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu Madde 88. Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur (kabul edilir). Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünde doğan ve yahut Türkiye’de mütemekkin (ikamet eden)bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye’de doğup da memleket dahilinde ikamet ve sinn-i rüşte vusulünde ( 18 yaşına eriştiğinde) resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık Kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türk’tür. Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izae edilir (kaldırılır).
[15] Türk Parlamento Tarihi, TBMM II. Dönem (1923-1927), I. Cilt, TBMM Vakfı yayını Ankara 1993, s. 431 vd. |
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|