“DİKTATORYAL” DEMOKRASİ
Prof. Dr. Durmuş Yılmaz
Türkiye’de siyasetçilerin çok tartıştığı konuların başında “Demokrasi” ve “Millî İrade” gelmektedir. Nedense bizim politikacılarımız bu iki konuyu bir türlü anlayamıyorlar. Daha doğrusu kavrayamıyorlar. Demokrasimizin zaman zaman tıkanmasına yol açan yapıya birlikte bakalım: Hemen söyleyelim: Demokrasinin alfabesi “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesidir. Yani Yasama (TBMM), Yürütme (Hükümet), Yargı (Mahkemeler) kuvvetlerinin bir birleri ile organik bağı olmayacaktır. Başka bir ifadeyle bu kuvvetlerden biri diğerinin altında ya da üstünde olmayacaktır. Buna her halde itiraz yoktur. Şimdi tespiti birlikte yapalım ve Türkiye’de kuvvetlerin bir birinden ayrı mı yoksa iç içe mi olduğunu birlikte görelim. Somut örnek olsun diye isimleri de kullanıyorum. Yasama’dan başlayalım. 23. Dönem TBMM’de 550 milletvekili var. 340’ı ve çoğunluğu AKP’ye ait. Bu, 340 sandalyeye sahip grup aynı zamanda iktidar. Yani Yürütme’ye hakim. Peki, bu 340 milletvekilini listeleyerek onların milletvekili olmasını sağlayan kimdir? Partinin (AKP) Başkanı, yani Recep Tayyip Erdoğan. Köksal Toptan’ı Zonguldak listesinin başına yazarak milletvekili sonra da TBMM başkanı yapan kimdir? Recep Tayyip Erdoğan. Yürütme’nin başı, yani Başbakan kimdir? Recep Tayyip Erdoğan. Abdullah Gül’ü Kayseri listesinin başına yazarak milletvekili seçtiren kimdir? Recep Tayyip Erdoğan. Abdullah Gülü TBMM’de cumhurbaşkanı adayı olarak gösteren ve seçtiren kimdir? Recep Tayyip Erdoğan. Bakanları önce milletvekili sonra da bakan yapan kimdir? Recep Tayyip Erdoğan. Görüldüğü gibi Yasama’nın başkanı da Yürütme’nin başkanı da Erdoğan’dır. Yani bütün kuvvetler Başbakan’a, yani Yürütme’nin başına bağlıdır. Daha açık ifadeyle bütün kuvvetler bir tek kişiye, Başbakan’a bağlıdır. O hangi yasanın ne şekilde çıkmasını isterse o yasa o şekilde çıkar. Grup sayısı yeterli ise Anayasa da onun istediği gibi değişir. Milletvekileri arasında hiç birisi bu üstün güce itiraz edemez. Bırakın itirazı, her vesileyle ona bağlılığını göstermek ve hatta kanıtlamak zorundadır. Bu tespite katılmayanlar ve “Bütün kararlar, partinin yetkili kurullarında serbestçe tartışıldıktan sonra alınıyor…Genel başkan tek başına karar vermiyor…Yardımcılarına, Grup Başkan vekillerine, Genel Sekreterine, İl ve İlçe Başkanlarına danışarak karar alıyor… Meclis başkanı, Cumhur Başkanı TBMM’de oylanarak Meclis tarafından seçilmişlerdir…” diyenler olabilir. Böyle düşünenlere sadece şunu soruyorum: Bu söylediğinize siz kendiniz inanıyor musunuz? Geçelim. İşte böyle tek kişilik demokrasilere literatürde “Diktatoryal Demokrasi” denir. Yani demokrasi, yalnızca şeklen vardır. Özde değil, sözde demokrasidir. Anayasamızın 68. Maddesinin ikinci paragrafında “ Siyasî Partiler, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır” denmektedir. Çok doğrudur ve evrensel bir kuraldır. Fakat demokrasi için vazgeçilmez olan siyasî partiler, kendi içlerinde acaba ne kadar demokratiktir? Yani demokrasinin vaz geçilmez unsurları olan siyasî partilerin kendilerine demokrasi lazım değil midir? Kendi bünyasi demokrat olmayan bir kurum demokratik rejime ne kadar katkı yapabilir? Eğer aklınıza seçimler geliyor ve “milletvekilerini halk seçiyor” diye düşünüyorsanız, orada da yanılyorsunuz. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, seçimlerde partileri seçiyoruz, milletvekillerini değil. Yukarıda vasıflarını saydığım genel başkanlar seçim zamanlarında halkın önüne bir liste sunuyorlar ve halk o listelerden birini tercih ediyor. Partilerin taraftarlarını bir kenara bırakın, il ve ilçe yöneticileri bile milletvekili adayının belirlenmesinde her hangi bir işleve sahip değildir. Fakat hiç kimse bu düzene itiraz edemez. Zira onlar da o yüksek güce bağlıdır. İşte bu faaliyete bizim ülkemizde “Seçim” ve sonucuna da “Millî İrade” deniyor. Bu yazdıklarımız, her ne kadar örneği AKP’den vermişsek de, istisnasız bütün partiler için geçerlidir. Yine bu yazdıklarımız 1950 yılından bu yana Türk demokrasisinin en belirgin özelliğidir. Tayyip Erdoğan için söylediklerimiz Menderes, Demirel, Özal, Ecevit gibi geçmiş zamanlarda büyük oy almış liderler için geçerli olduğu gibi, Baykal, Bahçeli gibi daha az oy almış liderler için dahi geçerlidir. Sonuç: Türk demokrasisi hiçbir zaman “Çoğulcu” ve “Katılımcı” bir vasıf kazanamamıştır. Kuvvetler, özellikle de Yürütme ve Yasama birbirinden hiç ayrılamamıştır. Daha doğrusu Yasama Yürütme’nin etkisinden kurtulamamıştır. Hepsinden daha önemlisi Yasama organı, bir Genel Başkan tarafından oluşturulmuştur. İç içe geçmiş Yasama ve Yürütme’nin yanında bu birleşmeye direnen tek kuvvet Yargı’dır. Bu özellikleriyle Türk demokrasisi dünyadaki emsalleri içinde hiçbir ülke tarafından iyi bir örnek olarak alınamaz ve taklit edilemez. “ Demokrasimizde, genel ilkeler açısından, örnek gösterilebilecek hiçbir şey yok mudur?”diye sorulacak olursa, her halde o da, bütün baskılara rağmen Yargı kurumunun Anayasa ve yasalara bağlılığı ve Kuvvetler Ayrılığı prensibinden hareket ederek iktidarda veya muhalefette olmasına, ya da, az oy çok oy almış olmasına bakmaksızın Anayasa’nın sınırlarının dışına çıktığını tespit ettiği partiler hakkında kapatma davası açmasını ve bu tür eylemleri sabit olan partileri de kapatmış olmasını örnek gösterebiliriz. Fakat “Diktatoryal “demokrasimizin liderleri, yargı kurumunun da tıpkı Yasama gibi kendi kanatlarının altına girmesini istemekte, girmediğini görünce de “Bu demokrasiye aykırıdır…” diye bağırıp çağırmaktadırlar. Oysa bilmiyorlar ki, hukuk işlerse demokrasi de işler. Hukuk işlemezse demokrasi de işlemez. Düşünsenize, 1960 yılı başında bir Anayasa mahkemesi olsa da D.P.yi kapatsaydı acaba darbe olur muydu? Hukukun yolu kapatılırsa, demokrasi dışı güçlerin yolu açılmış olur. Öyle değil mi?
|
|
||||||||||||||||||||||||||
|